Başbakan gemileri neden yaktı?
Başbakan gemileri neden yaktı?Başbakan gemileri neden yaktı?
Kısacası son iki haftada siyasi dilini sertleştiren, muhafazakar düzenlemeleri hiç yapmadığı kadar yüksek doja çıkaran Başbakan, kontrolü dışına çıkacak olayları göze almış olsa da burjuvanın sokağa çıkmasına bilerek ve isteyerek izin vermiş görünüyor. ‘Ağaç’ deyince aklına ‘darağacı’ gelenlerin devrinin geçtiğini bilse de, ufak da olsa var olan bu riski bile göze almış olduğu anlaşılıyor.04 Haziran 2013 Salı - 10:45
Gezi Parkı üzerinden başlayan gerilimin ilk gününde gidişatı, ne olduğunu, neler oluyor olabileceğini anlamaya çalışırken ‘Başbakan herhalde bıktı ve siyaseten intihar ediyor’ diye düşündüğüm bir an oldu. Silkinip Erdoğan’ın gemileri yakmasının altında farklı bir neden olabileceğini düşünmek biraz zamanımı aldı. İki neden olabilirdi; Başbakan ya delirmişti ya da bir yol haritası üzerinde yürüyor olmalıydı. İlkinin olma ihtimalinin çok düşük olduğuna bugün itibarıyla eminim. Erdoğan’ın bugün üstüste yaptıği ve harareti gitgide artırdığı konuşmalarından sonra vardığım sonuç, bazı yerlere çok sert bir mesaj gönderdiği, hatta alenen tehdit ettiğiydi. Ek olarak bu yerlerin, iç siyasetten beklentimiz ana muhalefet CHP olmadığı kesindi.
Bu hafta uzun zamandır ilk defa politize olan kesim bilmese de diğerleri Başbakan’ın stratejik ve taktik söylemlerini de riskli hamlelerini de iyi bilir. Bu şekilde masayı kaldırıp fırlatması çok büyük bir hamle ve bu restin kime olduğunu doğru okumak gerekiyor.
Son ABD ziyareti sonrası, bu gezinin sonuçlarının birkaç hafta sonra alınabileceğini biliyorduk. Bilindiği gibi Başbakan ve heyeti, ABD’ye ‘no fly zone’ isteyerek gitti, Cenevre dayatmasıyla döndü. Cenevre’ye hiç de hevesli olmayan Erdoğan, döndüğünde de Cenevre’ye hevesli görünmedi. ‘Tamam, gideriz, bölge ülkeleriyle de görüşürüz’ cümleleri hep yarım ağızlıydı. Hatta AB’nin Suriyeli muhaliflere silah ambargosunu devam ettirmeme kararı bile yüksek sesle olumlanmadı.
Birkaç gün sonra İstanbul’da toplanan Suriye Ulusal Koalisyonu hararetli tartışmaların ardından önemli kararlar aldı. İlk haber Teksas menşeili Gassan Hito’nun geçici hükümet başkanlığıyla devam edilip edilemeyeceğinin tartışılmasıydı. Daha sonra açıklandığı üzere, geçici başkanlık seçimi bir sonraki toplantıya ertelendi. Malum, Muaz-el Hatip’in istifasının ve geri dönüşünden sonraki sert çıkışlarının, muhaliflere pasif destek veren bazı ülkelerin Hito dayatmasına karşı olduğu tahmin ediliyordu.
Koalisyon toplantısının sonunda yapılan açıklamaya göre, sosyalist geçmişe sahip Michel Kilo’nun listesinden ve sahada savaşan liderlerden hatırı sayïlır oranda isim koalisyona katıldı. Suriye Ulusal Koalisyonu büyüyerek ve genişleyerek güç kazandı. Cenevre Konferansı’na katılmak için ‘mutlak çözüm’ şartı getirildi. Bu Batı’nın dayattığı Cenevre Konferansı’na verilen en net cevaptı.
Başbakan’ın Fatih Altaylı’ya verdiği röportajda ‘Beşar’, ‘o adam’ diyerek ne kadar öfkeli olduğunu belli ettiği Esad için direkt olarak ‘gidecek’ demesi, Suriye rejiminin ‘Esad 2014’e kadar hükümetin başında. 2014’te tekrar aday olabilir’ açıklamasına yanıt olduğu belliydi. Ancak Başbakan, ‘Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla’ misali Esad üzerinden ABD ve Rusya’ya ağır bir mesaj gönderdi. Mesaj kısaca şuydu: ‘Bana öyle el-Kaide’yle falan bir şeyler dayatma. Bu ülkeyi gerekirse Orta Doğu batağïna bir anda sokarım. Benim dünyadaki her ülkeyle ticaretim var, burada her ikinizin de kıyamet kadar yatırımı var. Ben yanarsam herkes yanar.’
Bu tehditin lafta kalmaması için de Orta Doğu’dan bir parça ateşin Türkiye’de yakılmasını göze aldığına neredeyse emin olduğum Başbakan, Altaylı röportajında bu ana mesajın yanında bir taşla başka kuşlar da vurdu:
1. El Kaide’den Hizbullah’a Hamas’tan Müslüman Kardeşleri’ne yoğunlukla müslüman olan tüm Orta Doğu aktörlerine ‘Ben müslümanım. Laik değilim.’ mesajını verdi.
2. Tüm dünyaya Arap Baharı başladığından beri bana ‘hakem’ muamelesi çektiniz. Faul yapana ses çıkarmayıp, meydanı boş bulanların bana saldırmasına müsaade ettiniz. Hadi bakalım.’ dedi.
3. İran’a ‘Yıllardır ben her yerde seni savunurken sen beni ‘Tarafını seç’ diyerek sıkıştırdın ve ‘Ya benden yanasın ya ABD’den’ diyerek tehdit ettin, şimdi de vuruyorsun. Ne sendenim ne ABD’den’ dedi.
4. Bu hamleyi cok büyük ihtimalle sadece 2-3 kişiyle paylaştı. Bu sayede yıllardır ve muhtemelen bürokratlarından, son zamanlarda daha da fazla yaşadığı İran’a ve İsrail’e sızdırmaların önünü aldı. Bu, ofisini dahi dinleyen içeridekilere de ‘Oyununuzu bozarım’ mesajıydı.
5. Baas rejimine artık gizleme gereği bile duymadan aleni şekilde çalışanlara ve Reyhanlı patlamasında parmağı olduğu ortaya çıkanlara ‘Aniden bir karışıklık çıkabilir. Kimbilir bir gece ansızın sizi de Silivri’de misafir ederim’ dedi.
6. Ülke içinde konformistlikleri nedeniyle savaş karşıtı olan hemen herkesi direnişçi yapıp ‘iç savaş’ naraları attırarak ‘fake’ savaş karşıtlığını deşifre etti. Ayrıca herkesi istediği zaman psikolojik olarak savaşa hazırlayabileceğini yedi düvele gösterdi.
Burada özellikle, Suriye’de devrimin bu hale gelmesinde başrolü oynayan gizli özne İran’a özellikle değinmekte yarar var. İran açık alanda belirgin söylevlerle savaşmıyor ama ‘odadaki görünmeyen fil’ misali her yerde var ve bu savaşı o yönetiyor. İran’ın Suriye’deki pozisyonunun Baas rejimini savunmakla bir alakası yok. İran, Suriye’yi, en güçlü rakibi olarak gördüğü El Kaide’yi yok etmek İçin bir sıçrama tahtası olarak görüyor. Neden düşmanı değil de rakibi diyorum: Mehdi’nin geldiği fikri, Türkiyelilere fantastik gelse de, Şii inancında çok önemli bir yer tutuyor. Öyle ki, Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken yüzü yeşil bir örtüyle kapatılmış erkek fotoğrafları, ‘Mehdi yakında yüzünü gösterecek’ cümleleriyle İran medyasında yer buluyor. Kral Abdullah’ın ölümünü son alamet olarak yorumlayan Şia, Sünniler arasında kısmen yer bulan ‘Mehdi Afganistan’dan çıkacak’ düşüncesini yok etmek istiyor. ‘Mezhepler Mehdi gelene kadar vardır’ inancı, İran için bu rekabeti kazananın mezhep savaşını da kazanması anlamına geliyor. İstanbul’daki üçüncü köprüye Şah İsmail’le savaşan Yavuz isminin verilmesinin de, bizim medyada Türkiyeli Alevilerin hassasiyetleri açısından alınıp farklı algılansa da, İran’a bir gözdağı olarak yorumlanıyor.
Öte yandan, 3 yıldır Arap Baharı’nı, 2 yıldır Occupy Wall Street’i yakından izleyen biri olarak, dezenformasyonun bu kadar hızlı yayıldığına şahit olmamıştım. Bu durum, yurt dışından bu olayları takip eden uzmanların gözünde, yaşananların kurgu olması ihtimalini güçlendirdi. Özellikle ‘polis bir direnişçiyi öldürüp kalbini yedi’ye varacak kadar saçma haberler, Nazi Almanyası benzetmeleri, kimyasal silah asparagasları bu tür olayların gerçekleşme biçimlerini bilimsel olarak ele alanlar tarafından farklı yorumlamalara yol açtı. Olayların kopuş biçimi değil ancak dezenformasyonun geometrik artış hızı bu farklı yorumları artırdı.
Başbakan’ın içki ve çevrecilik gibi, etnik unsur, rejim değişikliği gibi ciddi özellikler barındıran diğer ayaklanmalara oranla masum ve hatta PR bile sayılabilecek bir konuyla protesto ediliyor olması, bu yazıda bahsettiğim teoriyi güçlendiren bir durummuş gibi duruyor. Böyle ortaları bekleyen, ‘Bu başka, gelin’ciler de Erdoğan’ı hiç yanıltmıyor.
Kısacası son iki haftada siyasi dilini sertleştiren, muhafazakar düzenlemeleri hiç yapmadığı kadar yüksek doja çıkaran Başbakan, kontrolü dışına çıkacak olayları göze almış olsa da burjuvanın sokağa çıkmasına bilerek ve isteyerek izin vermiş görünüyor. ‘Ağaç’ deyince aklına ‘darağacı’ gelenlerin devrinin geçtiğini bilse de, ufak da olsa var olan bu riski bile göze almış olduğu anlaşılıyor. Cemaat gazetecilerinden ve polis görünümlü sosyal medya hesaplarından gelen yorumlara dikkat etmek ama fazla kulak asmamak lazım. Onlar bir yıl önce oyun dışı kaldilar, şu anda standart bir muhalefet yaparak rol kapabilir miyim düşüncesindeler.
Sonuç itibarıyla, CNNInternational, BBC, RT, Anonymous Erdoğan’ı ne kadar çok eleştirirse onun için işler o kadar yolunda görünüyor. Her uluslararası yayın, dev sermayedarların kendi hükümetlerini sıkıştırıp ‘Noluyor? Orada benim yatırımım, şubem, çalışanım, nakitim, taşınacak malım var’ diyerek sıkıştırmasına sebep oluyor.
Yüzbinlerce insanın öldüğü, milyonlarca insanın sığınmacı olduğu, kaybolduğu, işkence ve tecavüze uğradığı olaylara kayıtsız kalan, hatta bu insanlara fiziksel görünümlerinden ötürü ‘terörist’ diyebilen insanların alkol, çevre gibi faktörler yüzünden şehir terörüne başvurması ve bunu insan hakları ihlaline dayandırması hayatın bir ironisi gibi. “Polis şiddetini kınıyorum” gibi resmi cümleler yazmıyorum. Orayı aştık. Erdoğan haklı mı haksız mı tartışmasına girmiyorum. Keyifli bir yol değil ama eğer düşündüğüm gibiyse yanındayım. Yanıbaşımızdakiler katlediliyorken ‘evim huzurlu olsun’ diyememenin kahramanca bir güzelliği var. Savaşlar kirlidir, tek lekesi bu olsun. Bunu ulusal bir vaka olarak görmek varolduğun coğrafyadan da dünyadan da bihaber olmak demek. Ben de artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını umuyorum. Hayırlısı neyse o olsun. ..........Zakir Kaya..........
Bu hafta uzun zamandır ilk defa politize olan kesim bilmese de diğerleri Başbakan’ın stratejik ve taktik söylemlerini de riskli hamlelerini de iyi bilir. Bu şekilde masayı kaldırıp fırlatması çok büyük bir hamle ve bu restin kime olduğunu doğru okumak gerekiyor.
Son ABD ziyareti sonrası, bu gezinin sonuçlarının birkaç hafta sonra alınabileceğini biliyorduk. Bilindiği gibi Başbakan ve heyeti, ABD’ye ‘no fly zone’ isteyerek gitti, Cenevre dayatmasıyla döndü. Cenevre’ye hiç de hevesli olmayan Erdoğan, döndüğünde de Cenevre’ye hevesli görünmedi. ‘Tamam, gideriz, bölge ülkeleriyle de görüşürüz’ cümleleri hep yarım ağızlıydı. Hatta AB’nin Suriyeli muhaliflere silah ambargosunu devam ettirmeme kararı bile yüksek sesle olumlanmadı.
Birkaç gün sonra İstanbul’da toplanan Suriye Ulusal Koalisyonu hararetli tartışmaların ardından önemli kararlar aldı. İlk haber Teksas menşeili Gassan Hito’nun geçici hükümet başkanlığıyla devam edilip edilemeyeceğinin tartışılmasıydı. Daha sonra açıklandığı üzere, geçici başkanlık seçimi bir sonraki toplantıya ertelendi. Malum, Muaz-el Hatip’in istifasının ve geri dönüşünden sonraki sert çıkışlarının, muhaliflere pasif destek veren bazı ülkelerin Hito dayatmasına karşı olduğu tahmin ediliyordu.
Koalisyon toplantısının sonunda yapılan açıklamaya göre, sosyalist geçmişe sahip Michel Kilo’nun listesinden ve sahada savaşan liderlerden hatırı sayïlır oranda isim koalisyona katıldı. Suriye Ulusal Koalisyonu büyüyerek ve genişleyerek güç kazandı. Cenevre Konferansı’na katılmak için ‘mutlak çözüm’ şartı getirildi. Bu Batı’nın dayattığı Cenevre Konferansı’na verilen en net cevaptı.
Başbakan’ın Fatih Altaylı’ya verdiği röportajda ‘Beşar’, ‘o adam’ diyerek ne kadar öfkeli olduğunu belli ettiği Esad için direkt olarak ‘gidecek’ demesi, Suriye rejiminin ‘Esad 2014’e kadar hükümetin başında. 2014’te tekrar aday olabilir’ açıklamasına yanıt olduğu belliydi. Ancak Başbakan, ‘Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla’ misali Esad üzerinden ABD ve Rusya’ya ağır bir mesaj gönderdi. Mesaj kısaca şuydu: ‘Bana öyle el-Kaide’yle falan bir şeyler dayatma. Bu ülkeyi gerekirse Orta Doğu batağïna bir anda sokarım. Benim dünyadaki her ülkeyle ticaretim var, burada her ikinizin de kıyamet kadar yatırımı var. Ben yanarsam herkes yanar.’
Bu tehditin lafta kalmaması için de Orta Doğu’dan bir parça ateşin Türkiye’de yakılmasını göze aldığına neredeyse emin olduğum Başbakan, Altaylı röportajında bu ana mesajın yanında bir taşla başka kuşlar da vurdu:
1. El Kaide’den Hizbullah’a Hamas’tan Müslüman Kardeşleri’ne yoğunlukla müslüman olan tüm Orta Doğu aktörlerine ‘Ben müslümanım. Laik değilim.’ mesajını verdi.
2. Tüm dünyaya Arap Baharı başladığından beri bana ‘hakem’ muamelesi çektiniz. Faul yapana ses çıkarmayıp, meydanı boş bulanların bana saldırmasına müsaade ettiniz. Hadi bakalım.’ dedi.
3. İran’a ‘Yıllardır ben her yerde seni savunurken sen beni ‘Tarafını seç’ diyerek sıkıştırdın ve ‘Ya benden yanasın ya ABD’den’ diyerek tehdit ettin, şimdi de vuruyorsun. Ne sendenim ne ABD’den’ dedi.
4. Bu hamleyi cok büyük ihtimalle sadece 2-3 kişiyle paylaştı. Bu sayede yıllardır ve muhtemelen bürokratlarından, son zamanlarda daha da fazla yaşadığı İran’a ve İsrail’e sızdırmaların önünü aldı. Bu, ofisini dahi dinleyen içeridekilere de ‘Oyununuzu bozarım’ mesajıydı.
5. Baas rejimine artık gizleme gereği bile duymadan aleni şekilde çalışanlara ve Reyhanlı patlamasında parmağı olduğu ortaya çıkanlara ‘Aniden bir karışıklık çıkabilir. Kimbilir bir gece ansızın sizi de Silivri’de misafir ederim’ dedi.
6. Ülke içinde konformistlikleri nedeniyle savaş karşıtı olan hemen herkesi direnişçi yapıp ‘iç savaş’ naraları attırarak ‘fake’ savaş karşıtlığını deşifre etti. Ayrıca herkesi istediği zaman psikolojik olarak savaşa hazırlayabileceğini yedi düvele gösterdi.
Burada özellikle, Suriye’de devrimin bu hale gelmesinde başrolü oynayan gizli özne İran’a özellikle değinmekte yarar var. İran açık alanda belirgin söylevlerle savaşmıyor ama ‘odadaki görünmeyen fil’ misali her yerde var ve bu savaşı o yönetiyor. İran’ın Suriye’deki pozisyonunun Baas rejimini savunmakla bir alakası yok. İran, Suriye’yi, en güçlü rakibi olarak gördüğü El Kaide’yi yok etmek İçin bir sıçrama tahtası olarak görüyor. Neden düşmanı değil de rakibi diyorum: Mehdi’nin geldiği fikri, Türkiyelilere fantastik gelse de, Şii inancında çok önemli bir yer tutuyor. Öyle ki, Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken yüzü yeşil bir örtüyle kapatılmış erkek fotoğrafları, ‘Mehdi yakında yüzünü gösterecek’ cümleleriyle İran medyasında yer buluyor. Kral Abdullah’ın ölümünü son alamet olarak yorumlayan Şia, Sünniler arasında kısmen yer bulan ‘Mehdi Afganistan’dan çıkacak’ düşüncesini yok etmek istiyor. ‘Mezhepler Mehdi gelene kadar vardır’ inancı, İran için bu rekabeti kazananın mezhep savaşını da kazanması anlamına geliyor. İstanbul’daki üçüncü köprüye Şah İsmail’le savaşan Yavuz isminin verilmesinin de, bizim medyada Türkiyeli Alevilerin hassasiyetleri açısından alınıp farklı algılansa da, İran’a bir gözdağı olarak yorumlanıyor.
Öte yandan, 3 yıldır Arap Baharı’nı, 2 yıldır Occupy Wall Street’i yakından izleyen biri olarak, dezenformasyonun bu kadar hızlı yayıldığına şahit olmamıştım. Bu durum, yurt dışından bu olayları takip eden uzmanların gözünde, yaşananların kurgu olması ihtimalini güçlendirdi. Özellikle ‘polis bir direnişçiyi öldürüp kalbini yedi’ye varacak kadar saçma haberler, Nazi Almanyası benzetmeleri, kimyasal silah asparagasları bu tür olayların gerçekleşme biçimlerini bilimsel olarak ele alanlar tarafından farklı yorumlamalara yol açtı. Olayların kopuş biçimi değil ancak dezenformasyonun geometrik artış hızı bu farklı yorumları artırdı.
Başbakan’ın içki ve çevrecilik gibi, etnik unsur, rejim değişikliği gibi ciddi özellikler barındıran diğer ayaklanmalara oranla masum ve hatta PR bile sayılabilecek bir konuyla protesto ediliyor olması, bu yazıda bahsettiğim teoriyi güçlendiren bir durummuş gibi duruyor. Böyle ortaları bekleyen, ‘Bu başka, gelin’ciler de Erdoğan’ı hiç yanıltmıyor.
Kısacası son iki haftada siyasi dilini sertleştiren, muhafazakar düzenlemeleri hiç yapmadığı kadar yüksek doja çıkaran Başbakan, kontrolü dışına çıkacak olayları göze almış olsa da burjuvanın sokağa çıkmasına bilerek ve isteyerek izin vermiş görünüyor. ‘Ağaç’ deyince aklına ‘darağacı’ gelenlerin devrinin geçtiğini bilse de, ufak da olsa var olan bu riski bile göze almış olduğu anlaşılıyor. Cemaat gazetecilerinden ve polis görünümlü sosyal medya hesaplarından gelen yorumlara dikkat etmek ama fazla kulak asmamak lazım. Onlar bir yıl önce oyun dışı kaldilar, şu anda standart bir muhalefet yaparak rol kapabilir miyim düşüncesindeler.
Sonuç itibarıyla, CNNInternational, BBC, RT, Anonymous Erdoğan’ı ne kadar çok eleştirirse onun için işler o kadar yolunda görünüyor. Her uluslararası yayın, dev sermayedarların kendi hükümetlerini sıkıştırıp ‘Noluyor? Orada benim yatırımım, şubem, çalışanım, nakitim, taşınacak malım var’ diyerek sıkıştırmasına sebep oluyor.
Yüzbinlerce insanın öldüğü, milyonlarca insanın sığınmacı olduğu, kaybolduğu, işkence ve tecavüze uğradığı olaylara kayıtsız kalan, hatta bu insanlara fiziksel görünümlerinden ötürü ‘terörist’ diyebilen insanların alkol, çevre gibi faktörler yüzünden şehir terörüne başvurması ve bunu insan hakları ihlaline dayandırması hayatın bir ironisi gibi. “Polis şiddetini kınıyorum” gibi resmi cümleler yazmıyorum. Orayı aştık. Erdoğan haklı mı haksız mı tartışmasına girmiyorum. Keyifli bir yol değil ama eğer düşündüğüm gibiyse yanındayım. Yanıbaşımızdakiler katlediliyorken ‘evim huzurlu olsun’ diyememenin kahramanca bir güzelliği var. Savaşlar kirlidir, tek lekesi bu olsun. Bunu ulusal bir vaka olarak görmek varolduğun coğrafyadan da dünyadan da bihaber olmak demek. Ben de artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını umuyorum. Hayırlısı neyse o olsun. ..........Zakir Kaya..........
KAYNAK:(http://mervesebnem.com/post/51997620169/basbakan-gemileri-neden-yakt#notes)
Hiç yorum yok
Nefret söylemi içeren, kişileri rencide edici yorumlar yayınlanmayacaktır. Yorumların hukuki sorumluluğu yorum sahibine aittir.